31 Ekim 2009 Cumartesi

Açık Hava Eğitimlerinin Yararları


Takım çalışması olgusunun ele alındığı açık hava eğitimleri sonunda:

  • Takım oluşumu, takım içi görev, yetki ve sorumluluk paylaşımı, takım içi ilişkiler ve etkili iletişim yöntemleri, takım içi liderlik süreçleri, zaman yönetimi, birey ve takım düzeyindeki motivasyon, yaratıcılık, etkili problem çözme ve karar alma teknikleri, farklılıkların yönetimi ve çatışma yönetimi, stres ile baş edebilme, aktif dinleme gibi temel yönetim süreçlerinde, yaparak ve deneyerek öğrenmeyönteminin bir kazanımı olarak, bireyler ve takımlar düzeyinde iyileşmeler görülmektedir.
  • Açık hava oyunları, her katılımcının çocukluğunda oynadığı oyunları çağrıştıran bir ortamın yaratılması suretiyle, iş yaşamındaki ilişkilerin, kuralları ve bunların uygulanmasını zorlaştıran oyunbozanların, oyun oynuyor “gibi yapan”hilebazların ortaya çıkmasını, yorum ve değerlendirmelerini oyun ile iş ortamı arasındaki benzeşmeler üzerine kuran eğitmen & moderatörlerin bilinçli yönlendirmeleri ile oyundan elde edilen sonuçların hem özel yaşamlara hem de profesyonel iş ortamına taşınmasını; böylelikle katılımcının yaşam kalitesinin zenginleşerek artmasını sağlar.
  • Açık hava eğitimlerine katılanların, eğitim boyunca ele alınan konuları yaparak, yaşayarak, sınayıp deneyerek, hissederek ve eğlenerek öğrenmeleri sonucunda; etkili, kalıcı, sağlıklı bir eğitim ortamı yaratılır. Katılımcının, kendisinin yaparak öğrendiği bilgiler, duyduğu ve gördüğü şeylere göre belleğinde daha kalıcı olur ve keyifle anımsanır.
  • Doğa, insanlara yaşamaya alıştıkları rahat ve konforlu ortamın dışında; bilinmeyen, farklı ve sürprizlerle dolu bir mekânda öğrenme ve birbirini tanıma olanakları sunar. Açık hava eğitimlerinde, katılımcının alışık olmadığı bir ortama girmesi, bu nedenle yaşadığı tedirginlik, duyduğu heyecan ve korku, eğitimciden gelen mesajlara daha açık olmasını sağlamaktadır. Kapalı yerlerde yapılan çalışmalarda alışkın olduğu ortamda kendini güçlü hisseden ve bu güçlülük duygusuyla önyargılı olduğu bazı konularda verilen mesajlara karşı kendini kapatabilen katılımcıların, açık hava eğitimlerinde kendi üzerlerindeki denetimi kaldırmaları, bir anlamda“çözülme”leri sağlanabilmekte, eğitimcinin verdiği mesajların sağlıklı bir şekilde hedefine ulaşması mümkün olmaktadır.
  • Açık hava eğitimlerindeki oyunlara, tüm takım üyelerinin katılmak zorunda olması nedeniyle; katılımcıların, içinde yer aldıkları takımın uygulayacağı ikna ve zorlama yöntemleriyle,“yapamam” ya da “beceremem” dediği birçok şeyi yapabildiğini, “yaparım” ya da “beceririm” dediği birçok şeyi de yapamadığını görmesi, kişisel performanslarını oluşturan güçlü ya da zayıf yanlarını fark edip daha da geliştirip güçlendirmesini mümkün kılmaktadır. Açık hava eğitimlerinin sonucunda her katılımcı, hem bireysel gücünü görmekte hem de içinde yer aldığı takıma hangi güçlü yönleri ile yardımcı olacağını, hangi zayıf yanlarını da takım çalışması ile giderebileceğini bilmekte; kendi bireyselliği ile takım oyuncusu olma bilinci arasındaki dengeyi kolaylıkla kurabilmektedir.
  • Açık hava eğitimlerine katılanlar, çalıştıkları kurumların yöneldikleri takım çalışması ve katılımcı yönetim süreçlerine kolaylıkla uyum göstermekte, bu süreçlerin gelişimine katkıda bulunabilmektedirler.

30 Ekim 2009 Cuma

BAUDRİLLARD ‘A GÖRE BATI VE KÜRESELLEŞME

Batıdan, batı kültüründen çıkmış bir Fransız yazar olan Jean Baudrillard, kendi kültürünü yorumluyor ve bunu tüm gerçekçiliği ile övünmeden, tarafsız bir gözle yansıtıyor.


O batı kültüründe yaşamış bir yazar ve yaşadığı kültürün aslında kültürlük yeri kalmadığını üzülerek de olsa ifade ediyor.

Öncelikle her şeyin bir benzetim evreni içinde döndüğünü savunuyor. Gerçekler, doğrular çarpıtılarak, üzerine daha çok yenilikler, teknoloji eklenerek gerçeklikten çıkarılıyor ve hiper gerçekliğe giriliyor. Bu hiper gerçeklikten kastedilen; simülasyondur. Yani, bir köken ya da gerçeklikten yoksun, gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesidir. Yani, simülasyonda ki gerçek, öyle bir süslenip, paketlenip önümüze sunuluyor ki bu yapılan ürün daha güzel görünüyor ama tüm bu işlemler sırasında gerçekliğini kaybediyor. Ne kadar işlenirse o kadar sanallaşıyor, hiper gerçekliğe ulaşıyor.

Terem yağ tereyağının lezzet ikizi. Ancak tereyağının gerçekliğine sahip değil. Ondan lezzetli, zararsız, besleyici vs..

Simülasyon, gerçeğin kendinden geçmiş, saf, boş, anlamsız biçimidir. Simülasyonda orijinallik kavramı yoktur. Toplumsal yoktur. Toplumsal ötesi yani bir kitle vardır. Kitle toplumsalın içi boş ve kendinden geçmiş biçimidir.

Simülasyon evreninin nesnesi bir tür yaşayan ölü taklidi yapmaktadır.

20.yy da insan bilimleri alanında ortaya Baudrillard tarafından atılan simülasyon kavramının konu aldığı temel gerçeklerden biri; batı ile dünyanın geri kalan ülkeleri arasındaki tarihsel süreç farklılığıdır.

Baudrillard’ın deyimiyle sonu gelen her kültür ya da uygarlık gibi batı kültürü de
evrenselleşerek ortadan kaybolmaktadır.

Görünüşe göre tüm kültürler batı tarafından bozulmuş gibidir. Oysa kesinlikle bozuk olan bir kültür varsa o da batının kendisidir.

Özünde kültürleri fiziksel ve ahlaki açıdan yıkabilirsiniz, ancak onları kazanamazsınız. Bu tuhaflığın nedeni, o kültürlerin kendi kendileriyle suç ortaklığı yapabilmeleri ve kendi kültürlerinin bilincinde olmalarıdır. Batı kendine yabancı bir kültürdür. Bu sebeple diğer kültürlerin içine bir ahıra girer gibi girer.

Simülasyonun temel özelliği “mış gibi yapmak” değil; gerçeğe gerçekten daha çok benzemektir.

Küreselleşme ise tam bir çılgınlık. Tüm kültürlerin yok olup tek bir kültür altında toplanması… Adına kültür bile denemeyecek içi boş batı kültürünün; kıyıda köşede kalmış son kırıntıları yaşayan gerçek kültürlere çatı olmaya çalışması çok büyük bir hayalcilik. Baudrillard göre küreselleşme hudut tanımayan yayılmacılığı ile kendi imhasının şartlarını hazırlıyor. Yani batı kültürünü kendi kendini yok etmeye ayarlı bir mekanizma olarak görüyor.

Baudrillard, Der Spiegel‘e verdiği röportajda küreselleşmeyi aydınlanmanın son noktası olarak gösteriyor.

Bütün çelişkinin çözüldüğü nihai durak. Gerçekte ise her şeyi pazarlık edilebilir, parası ödenebilir bir, değişim değerine indirgiyor.

Bu süreç aşırı şiddet yüklüdür. Çünkü her şeyin tek tipleştiği, ötekinin ve ötekiliğin yok edildiği bir durum hedefliyor. Tekil plan, özgün olan yani her değişik kültür ve sonuçta her parasal olmayan değer ortadan kalkmalı.

Ona göre, gösterilenle, yaşam aynı değil. Küreselleşme her şeyin tek tipleştiği bir durum hedefliyor.

Bu dünya üzerindeki tüm özgün kültürlerin yok olması demektir. Ancak tüm bunlar yapılırken önümüze öyle cazip bir paket sunuyorlar ki, içinin dışına bu denli zıt olabileceği düşünülemiyor.

İşte tam burada Baudrillard, yapılanların yanlış olduğunu tüm gerçekliğiyle bize aktararak ahlakçılığını kanıtlar. Ona göre ahlakçılık, beraberinde doğruluğu, doğruyu söyleme zorunluluğunu getirir. Tüm gerçekleri çıplaklığı ile kendi bakış açımızı kullanmaksızın iyi, kötü kavramların dışında algılayabilmeliyiz. Ancak bunu yapabildiğimizde, etik davranmış oluruz. Baudrillard ahlak konusunda şunları söylüyor; gözlerinizi gerçeğe kapatmanın, dayanılması güç olanı göz ardı etmek için bahane aramanın ahlak dışı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ve devam ediyor.

Ben olayla olduğu gibi yüzleşmeye çalışıyorum, ikircikli olmadan.

Bunların yanında insan hakları da küreselleşme süreci gibi yasal bir araca dönüştürülmeye başlandı. Artık insan hakları da pratikte bir tür yasal oyuncak haline getirildi.
Küreselleşmeyi bize dayatılan emir, insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de küreselleşme sürecinin elemanları olarak algılayabiliriz.

Demokrasi tehdit ve şantajla getirildiği için kendi kendini içten içe yok ediyor.

İşte hudut tanımayan bu tek kültür, tek demokrasi, tek özgürlük yani küreselleşme süreci kabul edildiğinde öteki yok edilmiş, her kültür aynılaştırılmış, gerçekler yok edilmiş olacak. Ortada herkesin yaşaya yaşaya tükettiği bir çevre, kalitesiz bir yaşam ve kültür adı altında ama kültürle pek ilgisi olmayan kültür benzerleri bulunacak. Birey kendi kişiliğinin dışında gelişecek. Herkes aynı olunca da insan yok olacak!

Metni, Baudrillard’ın şu sözleriyle bitirmek istiyorum.

‘Medusa öyle kökten bir ötekiliği temsil eder ki ona bakan ölür.

Pınar Nurhan

29 Ekim 2009 Perşembe

Eğitim Modüllerimiz: “Simülasyon Atölyesi”

Bir sistemin ya da sürecin, kendi gerçekliğinin ve kendisinden beklenenlerin, talep edilenlerin ışığında analiz edilerek yeniden üretilmesi, yeniden canlandırılması anlamındaki simülasyonunu (benzetimini) esas alan eğitim çalışmalarımızda; kurumsal talep, beklenti ve sorunlar çerçevesinde analiz edilip kurgulanan senaryoda yer yer önceden hazırlanmış rol paylaşımları yer yer de doğaçlamanın ve yaratıcı dramanın getirdiği yeni açılımlar, yeni yöntemler uygulanmaktadır.


Gerçeklik sanısının kurgu, mekân ve çevre düzenlemeleriyle -mümkün olduğunca- sağlandığı, sistem ya da süreçteki kurumsal, bireysel ya da anlık sorunsalların ayrıntılı bir şekilde ele alındığı bu eğitimlerde, atölye çalışması anlayışıyla disiplinler arası çalışmanın gereği olarak sosyal ve bireysel psikologlarla tiyatro, ses ve ritim sanatçılarından ve sistem / süreç mühendisliğinden destek alınmakta; katılımcının eğlenceli ve keyifli bir ortamda hissederek, heyecan duyarak ve coşarak eğitime aktif bir şekilde katılması sağlanmaktadır.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Kitap Tanıtımı - "Yaratma Cesareti", Rollo May

Yaratma Cesareti, Amerikan psikolojisi ve varoluşçu psikoterapinin önde gelen ismi Rollo May'in en temel yapıtlarından biri. May, psikoloji, psikoterapi, felsefe ve sanatla yakın ilişkisinden ötürü, yaratıcılık konusunu ilginç bir perspektiften inceliyor. Tüm varoluşçular gibi o da kaygı olgusuna büyük önem vererek, değişimin kaygının içine gömülerek varılacak bir yaratıcılık düzeyinde gerçekleşeceğini vurguluyor. Geçiş dönemi psikolojisinin tüm olumsuzluğunu, yaratıcılığın zorunluluğu adına kutlayan May, "yeni olan"ın her yerde fışkırdığı bir dünyada, insanın bilindışı kaynaklara güvenmesi gerektiğini savunuyor. Bunun için de yeni bir cesaret biçiminin bireyde yaratılmasına önemli katkılarda bulunuyor. Bu kitabın, kişiye kendi kaynaklarından yararlanmakta ve günümüzdeki ahlaksal çözülmenin çöküntüsü altında kalmadan yeni bir yaşam kurmakta düşünsel destek sağlayacağına inanıyoruz.

İçindekiler

Sunuş, Alper Oysal
Önsöz
Yaratma Cesareti
Yaratıcılığın Doğası
Yaratıcılık ve Bilinçdışı
Yaratıcılık ve Karşılaşma
Delfi Kâhini: Bir Terapist
Yaratıcılığın Sınırları Üzerine
Biçim Tutkusu

Metis Yayınları, 2007 Şubat, İstanbul, 10.Baskı

Rıfat Şahiner, “Yaratıcı Bir Cesaret Üzerine”, Cumhuriyet Kitap, 14 Ekim 1999

Bir çağ ölürken, yenisinin henüz doğmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Tüm yerküreyi sarmış bir kesmin barut kokusuyla nefeslenmek , nükleer bir çöpe dönmüş bu sarhoş topraklarda uyuklamaktan öte söyleyecek yeni bir sözümüz yok gibi... Cinsellikte, aile yapısında, eğitimde, dinde, teknolojide ve modern yaşamın neredeyse tüm diğer yüzeylerinde bizi kuşatan bir çürüme hali yaşıyoruz. Kulağımızda çınlayan bomba sesleri, dumanı tüten bir toprak ve makinelerin kuşattığı koca bir evren..

Bir seçimle yüz yüzeyiz. Kaskatı kesilmiş uzuvlarımızı, anlamsız çizgilerle yüklü yüzümüzü duygusuzca geleceğe taşımak. Ya da kendi benliğimizin derinindeki gerçeği uyandırmak.. Bizi insan yapan özü biçimlendirmek. Yeniden yaratmak kendini ve insanlaşabilmenin parametrelerinde dolanmak. Yoksa kırılgan gözlerimiz içine kaçacak, yoksa yüreğimiz ölü doğacak yeni güne. Cesaret umudumuz olmalı, umut cesaretimizden öte... Çünkü cesaret, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. Çünkü insan varlığında oluş (being) ve oluşuşu (becoming) olanaklı kılmak için cesaret şarttır. Bir meşe palamudu değiliz ki hem ya da bir enik, kendimizi yazgının otomatik işleyişine bırakalım.. İnsan olmak külfetli şey, bir karar verme yetisiyle ve bu kararlara bağlanışla ilgili insan.. Değer ve onura günden güne verdiği kararla ulaşır insan.. Belki de çoğunca 'Hayır' diyebilmekle Albert Camus'nün dediği gibi.. Kendi için öngörülene, dayatmacılığa ve halihazırda olana (status que) başkaldırmakla başlar.
Başkaldırı bir oluşma sanrısıdır. Ateşi çalan Prometheus'un edimidir. Yeni bir biçim, yeni bir dil ve yeni bir tavırla durmaktır yaşama karşı.

Yaratma ediminden söz ediyorum, cesaretle iç içe geçmiş bir varoluş serüveninden.. Ve insan, psikoloji, felsefe ve sanat ekseninde ünlü Amerikalı varoluşçu psikoterapist Rollo May'in unutulmaz yapıtı Yaratma Cesareti ile aydınlatacağız bu serüveni..
May, insanlar herhangi bir etki biçiminde bütünleneceklerse, bir yasaklar yığını altında yitmiş olan kişiliklerinin "yitik" yanlarını ele geçirmelidirler (s. 123) diyor. Yaratıcılığı bir bilinçsizlik, bir kendinden geçmenin ötesinde, kendiyle tümleşmiş, bilinçli bir itkiyle dönüştürülen bir enerji olarak niteliyor. O terapi evresinde birçok hastasından elde ettiği deneyimle özellikle çocukların sanatına değinerek "Nesnel olmayan sanatla apaçık benzerliğine karşın, henüz otantik olgun sanat için gereken gerilimden yoksundur" (s. 123) diyerek önemli bir noktaya parmak basıyor. Çünkü May yaratıyı salt kendiliğindenliğe değil tam da bunu belli ölçüde yönlendiren dehaya bağlıyor burada. Şöyle diyor: "Yaratıcılık kendiliğindenlik ve sınırlamalar arasındaki gerilimden doğar, sınırlamalar (nehrin kıyıları gibi) kendiliğindenliği sanat ya da şiir eseri için aslolan farklı biçimlere zorlar." (s. 122)
Sınırlamalar kuşkusuz yaratıcı sürecin başlangıcını oluşturur. Çelişki sınırları öngörür ve sınırlarla mücadele gerçekte yaratıcı üretimlerin kaynağıdır. Sınırlar onlarsız akan bir nehrin yerküre üzerinde yayılıp gideceği ve nehrin onlarsız olmaz kıyıları gibi gereklidir. Yani, nehir ve kıyılar arasındaki gerilimle kurulmuştur. Sanat da aynı şekilde kendi doğumunun zorunlu etmeni olarak sınırları gerektirir.
İnsanlık tarihinin farklı evreleri göz önünde bulundurulursa sınır ve çelişkilerin her dönemde kışkırtıcı bir unsur olduğu görülebilir. Tabii burada özde bir oyun varlığı olan insanın çocuğunkine ya da ilkellerinkine benzer bir içtepiyle içinde bulunduğu psişik süreçleri biçimlendiren bir tavır sergilediğini hatırlamamız ve bunun sonucu ortaya çıkan ürünlerin ne denli sanat eseri ile örtüştüğünü irdelememiz gerekiyor. Gerek bir ilkelde gerekse bir çocukta yaşamı ve doğayı algılama biçimi benzerdir. Yani bir ilkel doğayı ve çevresindeki yaratıkları yorumlayamadığı için büyü yoluyla onu etkilemeyi ve o korku durumundan bu edim sayesinde kurtulmaya çalışır. Burada amaç sanat üretmek ya da yeni bir varlık, yeni bir realite ortaya atmaktan çok uzaktır. Ama dolaylı olarak bir yorum kültürü gelişir. Burada insanın ilksel ihtiyaçlarının ötesinde aşkın bir gerçeklik gelişedurur. Sanatın ve büyünün bu anlamda aynı kökten beslendikleri bilinir bu yüzden de..
Olgunlaşan kişinin sanatı, er ya da geç sınırlamalardan çıkan ve olgun sanatın tüm biçimlerinde bulunan diyalektik gerilimin kendini ilişkiye sokmalıdır. "Michelangelo'nun kıvranan esirleri, Van Gogh'un vahşice bükülen selvileri, Cezanne'ın bize sonsuz bir baharın tazeliğini anımsatan nefis sarı-yeşil Güney Fransa peyzajları... Bu eserler kendiliğindenliğe sahipken, bir yandan da gerilimin içkinleştirilmesinden gelen olgun niteliğe de sahiptirler. Bu onları "ilginç"likten daha öte kılar, onları büyük kılar. Sanat eserinde varolan hâkim olunmuş ve aşılmış gerilim, sanatçıların sınırlamalar ile sınırlamalara karşı başarılı mücadelelerinin sonucudur. (s. 123)

Karşılaşmanın yoğunluğu

Ne isimlerle adlandırılırsa adlandırılsın has yaratıcılık, bir bilinç artışı ile ilgilidir. Bu bilinç artışı kişinin dışarıdan gelen etkilere olan duyarlılığı ve karşılaşma anındaki belirgin nörolojik değişikliklerle kendini ele verir: Kalp atışları hızlanır, kan basıncı artar ve canlanan sahnenin belirginleşmesi için gözlerin kısılıp görüşün daralması ve çevredeki tüm diğer şeylerin silikleşmesi ile sonuçlanır adeta.. Tüm bunlar, otonom sinir sisteminin (rahatlık, huzur ve beslenmeyle ilgili olan) parasempatik bölümünün işlevinin engellenmesiyle ortaya çıkar. Artık hâkim olan sempatik sinir sistemidir. Bu noktada Walter B. Cannon'un kaçma-savaşma mekanizması olarak anlattığı görüntü çıkıyor karşımıza. Organizmanın kaçmak veya savaşmak için harekete geçirilmesi.. Bu, geniş anlamda kaygı ve korkuda bulunduğumuzun nörolojik karşılığıdır.
Sanatçının ya da yaratıcı bilim adamının karşılaştığı kaygı ya da korku değildir, coşkudur. Bir tür şişkinliğin, sancılı bir gebeliğin dışlaştırılması sonucunda oluşan bir rahatlamadır. Duyumlar sonucu gerginleşen bedenin doğurganlığı.. Bu elbette bir süredir devam eden yüklemenin belli zihinsel süreçlerle biçimlenişidir. Duygulanımlar bizim neden olduğumuz şeyler (eylemler) değil, başımıza gelen durumlardır (tutku). Tutku yani passion Latince pati (acı çekmek) ve Yunanca pathos sözcüğünden gelir. İngilizce edilgen (passive) ve hasta (patient) aynı pati kökünden türemişlerdir. Oysa sanatçının içinde bulunduğu süreci tutku sözüyle betimlememiz mümkün değildir. May'e göre "Yaratım sırasında kişiyi edilgin duruma, sınırlanmaya düşüren duygulanımların tersine, ego sınırlarının tümüyle çözüldüğü bir duygulanım tipinden 'aşkın' bir durumdan söz etmek gerekir. Bu da vecd ve coşku duygulanımlarından başka bir şey değildir." (s. 30) May, bu durumlardan, egonun dünyayla kendi sınırlarını aşarak sonsuzca ilişkiye girdiği anlar olarak bahsediyor.
Vecd, yaratıcı edim esnasında cereyan eden bilinç yoğunlaşması için kullanılan kesin terimdir. Ama vecd sadece bir Baküs "koyvermesi olarak düşünülmemelidir; vecd, bilinçaltı ve bilinçdışı bilinçle birlik halinde işlediği tüm benliği içerir. Böylece us dışı değil daha çok us üstüdür. Vecd, entelektüel, iradi ve duygulanımsal işlevlerin her birinden rol almalarını sağlar. Bu da daha çok kendini bırakmakla bağıntılıdır ve kişiliğin tüm yüzeylerinde birden bir farkındalık artışıdır.
Ama burada özellikle işaret etmemiz gereken bir nokta var "karşılaşmanın yoğunluğu"nun yaratıcılığın Dionysian yanıyla özdeşleştirilmemesi gerektiği. Bu Dionysian sözcüğünün yaratıcı çalışmalar üzerine yazılmış kitaplarda sıkça geçtiğini biliyoruz. Özellikle Nietzsche'nin "Trajedi'nin Doğuşu"nda yaratı anını sık sık bu kavramla ilintilendirdiğini biliyoruz. Sarhoşluk ve vecd hallerinin Yunan tanrısının isminden alınan bu terim, vitalitenin kabarışının, antik Dionysos şenliklerine niteliğini veren kendini bırakışı ima eder. Bir esrime durumu, bilincin yok olduğu bir süreçtir ifadelendirilen.. Nietzsche yaratıcılığın ancak bilincin ölüm anında olabileceğini söylemiştir. Ama yine Nietzsche yükselen vitaliteye ilişkin Dionysos ilkesi ile diyalektik bir karşıtlık olarak biçim ve ussal düzene ilişkin Apollon ilkesini de karşılıklı devinen bir ilke olarak ortaya koymaktan geri durmaz.
Yoğunlaşmanın Dionysian çehresi May tarafından pek benimsenmez. Nitekim May, sarhoşluğun ya da içki ile yaratım sürecine giren sanatçının gerçeklerle yüzleşmek ya da karşılaşmanın ötesinde bir kaçış evresinde olduğunu savlıyor. "Alkol ya da yatıştırıcı ilaçlar alındığında vitalitenin kabarışı ve diğer etkiler üzerine yapılan psikolojik araştırmalar ilginçtir, ama bunu, karşılaşmayla birlikte ortaya çıkan yoğunluktan kesin bir şekilde ayırmak gerek. Karşılaşma kendi başına olan bir şey değildir, çünkü biz kendimiz öznel olarak değişmiş oluruz; karşılaşma daha çok nesnel dünyayla gerçek bir ilişkiyi temsil eder." (s. 69)
May'in burada özellikle sarhoşluk ve ilaç alımının fiziksel bir noksanlık olarak etkisini nitelerken, sanat tarihi boyunca beliren önemli figürleri göz ardı ettiğine tanık oluyoruz. Afyon, absent, alkol ve bazı uyuşturucu maddelerle hayal dünyasının derinliklerinde dolanan Salvador Dali, Jackson Pollock, Arthur Rimbaud ve şu an sıralayamadığımız birçok önemli ismin yaratım sürecinde bir tür içsel yolculuğa çıkıp, bilinçdışı devreleri harekete geçirmek için böylesine yöntemleri tercih ettiğini biliyoruz. Öyleyse burada zihnin işlevi ve yüklenen bilgi unsurları devreye giriyor. Yani entelektüel olarak var olan bir değer evreninin kurcalanması için gerekli uyarımlar.. Güncelliğe çekilmemiş ve bastırılmış yaşantıların zihnin kontrol mekanizmalarını yıkarak açığa çıkarılması..
20. yüzyılın hemen başlarında Freud ve diğer önemli psikiyatrların düşüncelerinden yola çıkarak sürrealizmi (Gerçeküstücülük) ortaya atan sanatçılar, normatif değerlerle sınırlanan ve toplumun biçimlendirdiği değerler evreniyle şartlanan bireyin yaratı konusunda sınırlı kalacağı ve sürekli dışlanan, bilinçdışına itilen kimi yaşantıların ortaya çıkarılmasıyla hastalıklı bireyin yeni bir gerçeklik ortaya koyacağını ileri sürmeleri anlamlı görünür. Karşılaşma olayı böylece nesnel evrenden, bunu içerimleyen ve farklı bir bileşkede depolayan usdışı bir evrene çekilmiştir. Yaratım tümüyle kendiyle karşılaşma ve bilinç dışı itkilerle yüzleşmekse pekâlâ bunu da düşünmek gerektiği ortadadır. Yoğunlaşma (consantration) kişinin belirli koşullardaki ifadesidir. Bunun özünde içsel bir zenginlik ve o ana yönelik bir istem ve hazırlık gerektirir. Yoksa içsel dünyası güdük bir bireyin yaratım sürecine girmesi o denli zordur.

Sanatçı nevrozlu mudur?

Sanatçılar için ileri sürülen önemli iddialardan biri de onun nevrozlu bir hasta olduğu yönündedir. Özellikle Freud; Dostoyevski, Beethoven vb. sanatçıların yaşamları ve yarattıkları eserler üzerine kendince bir incelemeye gitmiş ve elde ettiği çıkarımlarla bu iddiaları ileri sürmüştü. May, yaratı sürecini psikolojik açıdan irdelerken bu konuya da parmak basıyor: "Yaratıcılığın kendi özel kültürümüzde ciddi psikolojik sorunlarla bütünleştiği muhakkak –Van Gogh çıldırıya kapıldı, Gaugin içe kapanık (schizoid) görünüyor, Poe alkolikti ve Virginia Woolf ciddi bir çöküntü içindeydi. Yaratıcılık ve özgünlüğün, kültürlerine uymayan kişilerde bütünleştiği apaçık. Ama, bu zorunlu olarak, yaratıcılığın nevrozun ürünü olduğu anlamına gelmez.
Yaratıcılığın nevrozla bütünleşmesi karşımıza bir ikilem çıkarır –yani, sanatçıların nevrozunu psikanalizle tedavi edersek artık yaratmayacaklar mı? Diğerleri gibi bu çatallanmanın kökü de indirgemeci kuramlarda. Daha ileri gidersek, yüceltme ile (sublimation) ima edildiği gibi, affekt ya da dürtünün aktarılıp (transfer) yer değiştirmesi yoluyla yaratıyorsak ya da yaratıcılığımız telafi ile kastedildiği gibi, sadece bir başka şeyi başarmaya çabalamanın yan ürünü ise, tam da yaratıcı edimimizin değeri bir sahte değer olmaz mı? Yeteneğin hastalık, yaratıcılığın de nevroz olduğunu sokuşturmaya çalışan bu savlara karşı gerçekten güçlü bir tavır almalıyız (s. 62). May düşüncelerinde son derece haklı görünüyor. Ama burada özellikle büyük sanatçılarla özdeşleşen bu ruh halini, kimi sapkın tavırları ele almamız gerekirse, farklı noktalara değinmemiz gerekir.
Çoğu toplum dışı kalan ya da onla bütünleşmeyen yaratıcı birey zaten normalin ötesinde düşünen ya da algılayan bir özelliğe sahiptir. Bu uzlaşmazlık yaratıcıyı kendi iç âleminde bir tür hesaplaşmaya götürür ki bu da onu içinden çıkılmaz bir savaşıma sürükler. Paul Tillich'in çok güzel belirttiği gibi, sanatçılar Tanrı'ya, Tanrı'nın ötesindeki Tanrı adına başkaldırdılar. Tanrı'nın ötesindeki Tanrı'nın sürekli ortaya çıkması dinsel alandaki yaratıcı cesaretin göstergesidir. Çünkü sanatçılar varolana, yaratılmış olana razı olmayan, onun ötesinde yeni bir gerçekliğe koşan cesur maceraperestlerdir. Yaratıcı ruhlarını bu macera ve bitip tükenmeyen arayış tutkusundan alırlar. Sanatçılar genellikle iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır. Ama tam da onları baskıcı bir toplum için korkulu kılar. Çünkü sanatçılar, insanoğlunun süregelen kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır. James Joyce'un dediği gibi "Soyumun yaratılmamış vicdanını dövmek".. Vicdan, her şeyden önce sanatçının semboller ve biçimlerden türetilen esinden yaratılıp çıkarılır. Her otantik sanatçı yapmakta olduğunun farkında olmasa bile, soyunun vicdanının yaratılmasına içten bağlanmıştır. Sanatçı, bilinçli bir niyetle ahlak yaratmaz, o sadece varlığında kendini gösteren görüyü duymak ve bunu ifade etmekle ilgilenir. Ama sonra, sanatçının gördüğü ve –Giotto'nun Rönesans'ın biçimlerini yaratışı gibi– yarattığı sembollerden, toplumun etik yapısı yontulacaktır.
Picasso'nun haklı tabiriyle "Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir." Gelenekleşmiş ve sığlaşmış yapıları aşındırıp çağın mantığını taşıyan bireylerdir yaratıcılar. Sontag'ın sözleriyle "Her çağ kendi tinsellik tasarısını kendisi için yeniden bulmalıdır... Modern çağda tinsellik için en etkin metafor 'sanat'tır." Bu evrimsel bir süreçtir. Yaratıcılık kendinden önce gelen hiçten türer. Yaratıcılık açıklanamaz: Yaratıcılık özgürlüğün gizidir. Özgürlüğün gizi ölçülmez derinliktedir ve açıklanamaz.. Hiçten yaratma olanağını reddedenler, kaçınılmaz biçimde, yaratıcılığı, belirlenmiş bir düzenin içinde oturtmak zorundadırlar, böylece de yaratıcılığın özgürlüğünü inkâr etmiş olurlar. Özgürlüğü tanıyan ve belirlenimciliği istemeyenler de özgürlüğü ussallaştırmaya çalışmışlardır. Oysa ki özgürlüğün ussallaştırılması, özgürlüğün sınırsız gücü inkâr edildiği için bizzat belirlenimciliktir. Kant'ın dediği gibi "Sanat ussal olarak ifadelendirilemeyen, metafizik bir alana kayar. Bu yüzden sonsuz bir özgürlüğe sahiptir."

Yaratının doğası

Musevilik ve Hıristiyanlıkta, 10 Emir'in ikincisi şöyle tembihler: "Kendine oyma bir put yapmayacaksın, ya da yukarıdaki gökte, ya da aşağıdaki toprakta, ya da toprak altındaki suda bulunanlara benzer bir şey yapmayacaksın." Bu emrin görünürdeki amacının Musevi halkının, putçuluğun yaygın olduğu o zamanlarda puta taparlığa karşı korumak olduğundan emin olsak da bu toplumların bağımsız endişesini dile getiren sanatçılarına ket vurduğu da bir gerçek. Çünkü şairler, ermişler ve sanatçıların toplumun kendini korumaya adadığı status que'yu tehdit eden kişiler olduğu da göz önünde bulundurulursa durum karmaşıklaşır. Çünkü bilindiği gibi sanat Rönesans'a dek dinsel bir baskının etkisi altında kalmış ve kutsal olana hizmet etmiştir büyük ölçüde. Kısmen Antik Yunan'da var olan bir gerçeklik, Rönesans'la canlanmış ve doğaya egemen olan aklın utkusu canlanmıştır. Doğayı deneyimleyen aklın kendi gerçekliğini dayatmasıyla belirir modern dönemin doğası... Kant'ın haklı söylemiyle nesneler bizimle basit biçimde konuşmazlar artık: Kendilerini, bizim onları bilme yollarımıza uydururlar da. O halde zihin dünyayı etkin biçimde tekrar biçimlendirme kaygısıdır. Yaratının doğasında da var olan giz işte tam da burada yatmaktadır. Rollo May'in dediği gibi "Yeni bir biçim için duyduğumuz tutku, dünyayı gereksinim ve arzularımıza elverir kılma özlemimizi ve daha önemlisi, kendimizi önem taşıyor olarak yaşama özlemimizi ifade eder." (s. 134)
Yaratma ediminin hiçbir insana yabancı olmadığını, kendi varlığımızı ve insanlığımızı keşfetmek için cesur bir savaşıma gereksinim duyduğumuzu hatırlatan cesur bir yapıt May'inYaratma Cesareti... Kaybettiğimiz benliğimizin karanlık dehlizlerinde bizi kendimize davet eden güçlü bir sese kulak vermekle başlamalıyız yeni güne... Esaretin prangalarından kurtulup, bizi kendimize hapseden içsel duvarları yıkmak için cesur bir çağrı May'inki.. Koca bir hiçlikten sıyrılıp varoluşa adım atmak için ne bekliyoruz öyleyse..

27 Ekim 2009 Salı

Ibexes Group Eğitim Danışmanlığı, İzmir Ekonomi Üniversitesi'ndeydi...



Ibexes Group Eğitim Danışmanlığı 16 Ekim 2009, Cuma günü İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü 4. sınıf öğrencileriyle birlikte "Oyun ve Oyun Kuram" üzerine bir "Atölye Çalışması"na katılarak öğrencilerle birlikte "ABXY Oyunu"nu oynadı.

Öğretim görevlisi Selin Tükel ile birlikte gerçekleştirdiğimiz etkinlikte, 53 öğrenciden oluşan gruba Ibexes Group Eğitim Danışmanlığı ve yaptığı eğitim / eğlence odaklı etkinlikler konusunda bilgiler verilmiş, oyunun bir eğitim ve iletişim yöntemi olarak kullanılması örneklerle açıklanmış, rekabet odaklı oyunlarla "kazan-kazan" odaklı oyunlar üzerinde durulmuş, oynanan "ABXY Oyunu" örneğinden hareketle vahşi, kuralsız rekabetin tüm tarafların yıkımına yol açtığı vurgulanmıştır.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Parkurlarımızdan: Kazdağları Padişah Pınarları




Kazdağları Milli Parkı sınırları içinde, aşağı yukarı 1.300 metrelerde yer alan Düden Alanı Yaylası çevresindeki derin obrukları, endemik Kazdağı Göknarı, Kızılçam ve Karaçam ormanlarıyla, zengin bitki ve hayvan varlığı ile eşsiz güzellikteki bir yerdir.

25 Ekim 2009 Pazar

Hafta Sonunda Proust, Nietzsche ve Tagore'dan Güzel Sözler...

"İki insan ayrılırken şefkatli konuşan taraf aşık olmayan taraftır."

Proust

“Babanın gizlediği şey, oğulda açığa çıkar.”

Nietzsche


“Boş zaman yoktur boşa geçen zaman vardır.”

Tagore

24 Ekim 2009 Cumartesi

Açık Hava Eğitiminin Temel Amaçları


  • Takım oluşum süreçlerini izlemek ve değerlendirmek,
  • Takımın hedeflerini ve birlikte çalışma ilkelerini belirlemek,
  • Takımdaki görev, yetki ve sorumlulukların paylaşımı ile ilgili süreçleri izleyerek değerlendirmek,
  • Hedeflerle ilgili standart ve kriterleri belirlemek,
  • Hedeflere varmak amacıyla geliştirilecek plan ve programlarla taktik ve stratejilerin belirlenmesini sağlamak, bunların belirlenmesi ile ilgili süreçleri izleyerek değerlendirmek,
  • Takım içi iletişimi sorgulamak ve etkin iletişim yöntemlerinin gelişmesini sağlamak,
  • Takım içindeki “klasik liderlik”, “takım liderliği” ve “kaotik liderlik” süreçlerini izlemek; doğal lider, “takım lideri” ve“yönetici” ayrımlarını belirlemek,
  • Takım üyelerinin kendi aralarındaki ve liderle olan ilişkilerini izleyerek değerlendirmek,
  • Takım içi güven, işbirliği, yardımlaşma, dayanışma ve bağlılık süreçlerini izleyerek değerlendirmek ve gelişmesini sağlamak,
  • Takım çalışması içinde, özgüven ve kişisel gelişim süreçleriyle karşılıklı güven ilişkilerinin izlenerek risk alma yeteneğini geliştirmek,
  • Yapılacak SWOT analizleri ile katılımcıların ve takımların güçlü ve zayıf yanlarıyla sahip oldukları fırsatları ve karşılaşabilecekleri tehditleri belirlemek,
  • Sahip olunan güçlü yanların ve fırsatların sinerjisini yaratarak zayıf yanların güçlendirilmesini, tehditlerin ise fırsata dönüştürülmesini sağlamak,
  • Takımda birey ve takım ölçekli yaratıcılığı geliştirmek,
  • Hedef ile zaman arasındaki ilişkiyi esas alan zaman yönetimi anlayışı ile uygulamasının gelişmesini sağlamak,
  • Takım içi farklılıkları keşfetmek, bunlara katlanmayı öğrenmek ve farklılıkların yönetimini sağlamak,
  • Çatışma yönetimi ile ilgili becerileri geliştirmek,
  • Birey ve takım düzeyindeki motivasyonunu sağlamak ve geliştirmek,
  • Paylaşmayı esas alan katılımcı yönetimle ilgili becerileri geliştirmek,
  • Ayrıntılara sahip çıkma becerisini kazanmak,
  • Alternatif yaratmak ve bunlar arasından seçim yapabilmek,
  • Seçilen alternatifi harekete geçirebilmek,
  • Problem çözme ve karar alma becerilerini geliştirmek,
  • Aktif dinlemeyi öğrenmek,
  • “Yaparak, yaşayarak ve hissederek öğrenmek”,
  • Stres ile baş edebilmek,
  • Yaşama sevinci duymak ve olumlu düşünebilmek,
  • “İyi bir takım” olabilmeyi öğrenmek ve başarabilmek,
  • Katılımcıları bireysel düzeyde doğa ve doğa sporları gönüllüsü yaparak yaşam kalitelerinin zenginleşmesine katkıda bulunmak,
  • Katılımcıların keyif aldıkları heyecanlı, eğlenceli, macera dolu bir ortamı başkalarıyla paylaşmasını sağlamak...

23 Ekim 2009 Cuma

Cesaret Üzerine...


“… Cesaret, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. Cesaret salt inatçılık da değildir –mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız. Fakat eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz toplumumuza da karşı olacaktır.

Cesaretin başlıca özniteliği bizim kendi varlığımız içinde onsuz kendimizi bir boşluk olarak hissedeceğimiz merkezileşmişliği gerektirmesidir. İçteki “boşluk”, dışla bir duygusuzluk ilişkisidir ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir. Bu yüzden bağlanışımızı her zaman kendi varlığımızın merkezinde temellendirmek zorundayız, yoksa hiçbir bağlanma otantik düzeye varamaz.

Üstelik cesaret gözüpeklikle de karıştırılmamalı. Cesaret kılığında ortaya çıkan şey kişinin bilinçdışı korkusunu örtmek için kullandığı sıradan bir kabadayılık ve II. Dünya Savaşı’ndaki “ateşli” pilotlar gibi kendi maşizmosunu kanıtlamak olabilir. Böylesi bir gözüpekliğin nihai sonucu kendi ölümüne sebep olmak; ya da en azından bir polisin copuyla kafayı patlatmaktır. – ikisi de cesaret göstermenin pek üretken biçimleri sayılmaz.

Cesaret, sevgi ve sadakat gibi diğer kişi değerleri arasında yer alan bir erdem ya da değer değildir. Cesaret tüm diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. Cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. Cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır.

Courage (cesaret) sözcüğü, “kalp” anlamına gelen Fransızca sözcük cæur ile aynı kökten gelir. Kalbin kollara, bacaklara ve beyne pompaladığı kan ile tüm diğer organlara kazandırdığı işlev gibi, cesaret de tüm psikolojik erdemleri olanaklı kılar. Cesaretin yokluğunda diğer değerlerden, çürüyen erdem müsveddeleri olarak söz edilebilir.

İnsan varlığında oluş (being) ve oluşuşu (becoming) olanaklı kılmak için cesaret şarttır. Eğer benlik bir gerçekliğe sahip olacaksa, benliğin bir ileri sürülüşü, bir bağlanışı esas olmaktadır. Bu, insan varlığıyla doğanın geriye kalan kısmı arasındaki ayrımdır. Meşe palamudunun meşe olması otomatik büyüme iledir; herhangi bir kendini-bağlama şart değildir. Enik de benzeri şekilde içgüdülerine dayanarak kedi olur. Bu gibi yaratıklarda doğa ve varlık özdeştir. Oysa bir kişinin tümüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve kendini bu kararlara bağlayışına dayanır. İnsanlar değer ve onura, günden güne verdikleri karar yığınıyla ulaşırlar. Bu kararlar cesaret gerektirir. Bu da, Paul Tiilch’in cesareti niye ontolojik olarak nitelediğini anlatır – cesaret varlığımızda esastır.”

Rollo May, Yaratma Cesareti, Metis Yayınları, Sh.41-43

22 Ekim 2009 Perşembe

Takım Oyunlarımız - XXII / "Herakles'i Aramak"


Kısaca:
Oyunu oynayan her bir takım, kendisine ait parkurdaki işaretleri, pusula ve kroki kullanarak bulacak ve oyunun başlangıcında katılımcılara pusula kullanımı konusunda bilgi verilecektir. Oyunu, en kısa sürede kendisine ait parkurdaki işaretleri sırasıyla bulan takım kazanacaktır


Oyunun ele aldığı olgular:

Takım olabilmek, liderlik, takım içi ilişki ve iletişim, zaman yönetimi, Takım içi uyum ve stres yönetimi, işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma, Karar alma ve uygulama süreçleri, çatışma yönetimi vd.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Kitap Tanıtımı - "Tersten Perspektif", Pavel Florenski

"Perspektif eğitimi, ehlileştirmeden başka bir şey değildir."

Pavel Florenski

Bir an için gözlerinizi yumun, sonra açın. Gözleriniz sizi merkeze koyan bir tablo serer önünüze: Uzaktaki şeyler küçülür, öndeki nesneler arkadakileri kapatır, uzaklaşan yatay çizgiler birbirine yaklaşır. Alışılmış bir algıdır bu. Her insanın böyle gördüğünü kendiliğimizden kabul ederiz. Sanat yapıtından da bu algımızı taklit etmesi beklenir. Pek çok resim bu algımızı bir yasa haline sokarak, nesneleri ve mekânı perspektife uygun olarak temsil eder. Güzel resimde, perspektife uyulmuş mu diye bakarız, ya da çocuklardan daha güzel resim yapmalarını beklerken perspektife uygunluk ararız.

Florenski'nin 1920 tarihli metninin sorguladığı tam da budur. Perspektif ilk anda varsaydığımız kadar "doğal" mı? Bizans ikonalarını ya da Mısır kabartmalarını yapanlar gerçekten perspektifi bilmiyor ya da yapmayı beceremiyorlar mıydı? Perspektif, bir görme biçimi olarak ne zaman, niçin ve nasıl bir yasa haline geldi?

Metis Yayınları İstanbul, Nisan 2007

Yazarı Hakkında

1882 Eflak doğumlu olan Florenski, Moskova'da matematik, fizik, felsefe ve dinbilim okudu. Rus-Ortodoks kilisesi rahipliği yaptı. Rusya Elektrik Kurumu'nda çalıştı. Rusya'nın elektriklendirilmesi projesine katıldı. 1921-24 yıllarında Moskova Güzel Sanatlar Akademisi'nde sanat yapıtlarında, mekan çözümlemsi konularında dersler verdi.Sibirya'ya sürüldü. 30'lu yıllarda kayboldu; 1937'de Leningrad'da öldürüldüğü tahmin edilmektedir.


20 Ekim 2009 Salı

Eğitim Modüllerimiz IX - “Oyun Bahçesi”

Oyun olgusu, grup içi ve gruplar arası ilişkilerde kişinin diğer kişi ve gruplarla ilişkilerini etkileyen, belirleyen ya da düzenleyen bir iletişim ortamının oluşumunu sağlayabilir; hatta bu ilişki ve iletişimin daha iyi bir düzeye çıkması için bir yöntem olarak kullanılabilir. Oyun olgusu, bu durumun dışında bir eğitim aracı olarak da değerlendirilebilir, bu özelliği çağdaş drama ve doğaçlama gibi tekniklerle desteklenebilir.


“Oyun Bahçesi", ele alınan sorunların oyun ortamında irdelenip çalışmaya katılan grubun sorunları tanımlama, çözümleme ve çözme yeterliliğini ortaya koymakta, zaman zaman ortaya çıkan sonuçların doğruluğunu ve geçerliliğini çalışmaya başka grupları da dahil ederek doğrulamaktadır.


Kalitatif ve kantitatif bilimsel araştırma yöntemlerinin kişi ve grup ölçeğinde ele alındığı bu eğitim modülünde, ele alınan sorunun eğlenceli, keyifli bir oyun ortamında değerlendirilmesi sağlanmakta, sorunun tarafı olan oyuncuların gerçek katılımı sağlanmaktadır.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Parkurlarımızdan: Antalya, Köprülükanyon




Antalya’dan Alanya’ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Aspendos sapağından 5,3 km sonra (Antalya’dan 53 km), Selge-Taşağıl-Beşkonak yön levhasını göreceksiniz. Bir doğa harikası olan Köprülü Kanyon’a sapaktan itibaren 43.5 km’lik bir yolla ulaşılıyor. Toros’lara doğru giden dar, virajlı ama asfalt yolun büyük bölümü çam ormanlarının yeşilliği içinde geçiyor. Doğanın Türkiye’nin bu bölgesine ne kadar cömert davrandığını düşünüyorsunuz. Çam kokusunu ciğerlerinize dolduruyorsunuz.Beşkonak’tan sonra dere kenarında restoranlar ve rafting tesisleri başlıyor. Bu salaş tesisler, Köprülü kanyon girişine kadar devam ediyor. Yöreyi ziyarete gelen turistlere ve rafting yapmak isteyenlere servis veren restoranlarda ızgara et, tavuk ve alabalık yenebilir. Alkollü ve alkolsüz içki servisi de yapılıyor. Yakınlarda bir de alabalık çiftliği var. Artık bir doğa harikası olan Köprülü Kanyon’un girişindesiniz. Köprüçay'ın yüzbinlerce yıl süren uğraşla oluşturduğu kanyonun girişinde bir Roma köprüsü var. Köprülü Kanyon'un simgesi durumuna gelen Oluk Köprü'nün üzerinden kamyonlar bile geçebiliyor. Kanyonu 27 metre yüksekten aşan ve kesme taştan bindirme tekniğiyle yapılan köprü M.S. 2. yüzyıla tarihleniyor. Bölgedeki diğer çaylar gibi yaz aylarında suyu temiz olan Köprüçay'a girilebiliyor. Su sıcaklığının 15 derecenin altında kaldığını ve yazın sıcak günlerinde böyle bir serinliğe ihtiyaç duyacağınızı unutmayın ve hazırlıklı olun. Çevrede Oluk Köprü'den başka bir köprü daha var. Piknik yapmak için doğal güzelliği ve suları ile ideal bir ortam sunan Büğrüm Köprü'ye, Oluk Köprü'yü geçtikten bir süre sonra sola dönerek ve 1 km yol alarak ulaşabilirsiniz.