13 Kasım 2009 Cuma

Kitap Tanıtımı - "Acının Antropolojisi" - David Le Breton

Acı, Kutsal Bir Vahşidir

"Geleneksel sözlüğümüzde, beden için ‘iklim’ tabiri (de) kullanılır. İklim yurttur, ülkedir, vatandır, arzdır, topraktır ve dünyada ‘oturulan’ yerdir. Oturmayı tırnağa alıyorum zira insanın yeryüzünde ‘duruş’unun bütün anlamlarını içerir biçimde kullanıyorum. Heidegger’in ‘Bauen Wohnen Denken Vortrage und Aufsatze’ (İnşa Etmek Oturmak Düşünmek) yazısında belirttiği üzere, ‘insan olmak bir ölümlü olarak yeryüzünde olmak demektir, bunun anlamı oturmaktır.’ Bu, bir bakıma, ruhun gövdede oturuşudur; bedenin de ruhun taşıyıcısı olarak, yeryüzünde ‘olma’sıdır. Anadolu insanının gündelik sözlüğünde bir deyim vardır. ‘Nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘emaneti gezdiriyorum’ derler. Emanet ruhtur, akıldır ve onun gerektirdiği sorumluluktur. İbn Arabi, Füsus’ta, erkeği, kadının yurdu olarak niteler. “Kadının erkeğe vurgunluğu, insanın kendi yurduna düşkünlüğündendir” der. Yaratıcı da insanın yurdudur, aşk, en genel ve derin anlamıyla, parçanın bütüne iştiyakıdır. İnsan, asli kaynağından alçak âleme inmiştir ve o yurdun hasretiyle yanmaktadır. Bu, iklimine duyduğu özlemin ateşidir.

Hölderlin, ‘insan yeryüzünde şairane oturur’ der. İnsanın yeryüzünde şairane oturması, ruhunu ve kâinatı korumasıyla mümkündür. Evet, sadece insan ölür, diğerleri yok olur. O halde koruma ödevi insanındır. İnsan, yeryüzünde korunan ve koruyan bir varoluş bilinciyle durur. Beden iklimdir, oturulan yerdir ve onda oturan ruhun acıları pek çok düşünürün zihnini meşgul etmiştir. Bunlardan biri de David Le Breton’dur.

Türkiye okurunun, ‘Yürüyüşe Övgü’süyle tanıdığı Breton, günümüz Batı dünyasının önde gelen düşünürlerinden biri. Kendine özgü bir ‘risk sosyolojisi’ geliştiren Breton’un, Sel Yayınlarından çıkan ‘Acının Antropolojisi’ni okurken, hep zihnimde, bedenin iklim oluşu dolaşıyordu. Breton şöyle diyor : “Acı, bir metafiziktir, geçip gittikten sonra, insanın, daha geniş anlamlı ve yaşama zevkine davet eden bir dünyaya yerleşebilmesi için gerekli mesafeli bakışı sağlar. Dehşet ve ölüm duyguları içinde tahrip ettiğinden ve hareketsiz hale getirdiğinden, hastalığından kurtulan insanda yaşamın bedeli duygusunu kökleştiren bir anahtardır. Acı, kutsal bir vahşidir. Niçin kutsal? Çünkü insanı aşkınlık deneyimine götürürken kendisinin dışına atar ve ona varlığından habersiz olduğu birtakım zenginlikleri gösterir. Ve vahşidir, çünkü kimliğini bozarak yapar bunu. Tercih şansı bırakmaz insana. Yanma riskinin büyük olduğu bir ateş deneyimidir. Acısının kendisini ve tüm onurunu yitirmesine yol açan bir felaket olması ya da tersine başka bir boyutunu görmesini sağlayan bir şans olması, kendi elindedir insanın: Bu boyut, acı çeken ya da acı çekmiş olan ama dünyaya gözlerini açarak bakan bir insanın boyutudur. İnsan ya acının vahşetine bırakır kendini ya da bunları boyunduruk altına almaya çalışır. Bunu başarabildiği takdirde başka bir insan olarak çıkar bu deneyden, daha dolu bir yaşama doğar. Ama acı, yerleşmenin serbest olduğu bir kıta değildir…”

Breton’un ifadesiyle kutsal bir vahşi olan acının, insanın bedeninin tehlike ve sessizliklerinde ne türden etkilere yol açtığını izlerken, biz bir bakıma bir beden olan ülkelerin, bölgelerin ve kıtaların da büyük acılarla nereden nereye sürüklendiğini de izlemiş olabiliriz.

Acının yerleşilemez bir bölge oluşu, Afrika, Güney Amerika, Ortadoğu, Afganistan, Hindistan, Pakistan, Orta Asya gibi bölgelerde büyük acılar yaşayan insanların, kendi yurtlarında bir tür yersizlik-yurtsuzluk tedirginliği yaşamalarını açıklar mahiyettedir.

İnsan bedeni nasıl acıyla sancıyor ve kıvranıyorsa ve acılar insanda nasıl bir dönüşüme yol açıyorsa, ülkelerde de böylesi değişim ve dönüşümlere neden oluyorlar. Sudan, Somali, Eritre, Etyopya, Irak, Lübnan, Filistin, Özbekistan, Çeçenistan, Azerbaycan ve daha nice ülke, kendisinde ‘oturan’ların acılarına tanıklık ediyor.

Bizim Anadolu coğrafyamızda yüz yüzeli yıldır büyük acılar yaşanıyor. Ülkenin güneydoğusu sürekli kanıyor. Yoksulluk ve adaletsizlik, insanları kendilerinden koparıyor, her acıda olduğu gibi bir inisiyasyon boyutu beliriyor, bu belki de yaşamı daha yoğun biçimde yaşamaya davet ediyor. Acı, bizimki gibi coğrafyalarda, insanın kendi sınırları içinde bir düşünme biçimine dönüşüyor, başkalarını daha yakından tanıma imkânlarını artırıyor. Bu sınır genişlemesinin potansiyel bir tehlikesi de yok değil: Acıları yavaş yavaş dinen ve iyileşen hastanın mutluluğuna benzer bir huzur hali yaşıyoruz. Fakat bu, kesintisiz mutluluk anlamında bir sürekli huzura dönüşemiyor. Böylece acılara müptela oluyoruz.

Acı katışıksız, etkilerden azade ve pürüzsüz biçimde çalışmıyor. Biyolojik bekâreti yok yani. Dünya görüşlerinin, ideolojilerin, dinin, laik düşüncelerin etkisi altında. Böyle olunca, başını sokakta örttüğü için bir hukuk kurumunun hışmına uğrayan kadının duçar olduğu zulmü insani reflekslerle açıklayamıyor, algılayamıyoruz. Çocuğunu dağda kurban veren ebeveynin çığlığında neler gizli, ‘bir oğlum daha olsa onu da gözümü kırpmadan kurban veririm’ diyen baba ne söylemek istiyor, bunu nasıl söylüyor anlayamıyoruz.

İnsanlar, Breton’un dediği gibi, farklı yerlerde ve farklı zamanlarda aynı biçimde ve aynı anda acı çekmiyorlar. Her insanın deneyimi, ayrı bir öyküdür. Her bedenin, her ülkenin acıları bu yüzden farklı bir adlandırmaya ve tanıma muhtaç görünüyor. Ama acı çekenin halinden acılı biri anlayabiliyor. Bunun böyle olduğunu sanmak istiyorum, ama kendilerinin Almanya’da duçar olduğu acılara Filistinli çocukların uğramasından İsrailliler pek rahatsız olmuyorlar.

Vietnamlıların veya yerlilerin çektikleri acılardan beterini Iraklı kadınların çekişi karşısında Amerikalı askerler duyarlı olamıyorlar. Bu, tıpkı, yaralı bir askerin, bu durumu, uzun bir zamandan beri, yaptığı işin olası bir sonucu gibi görmeye alıştığı için, kolunu makineye kaptıran bir işçi kadar acı çekmemesine benziyor.

Doğrudur, acılar ne yeryüzünden büsbütün kaldırılıyor ne de insan(lar) büsbütün acıya boğuluyor. Bıktırmamak için acıların yüzüne biraz tebessüm sürülüyor o kadar."

SadıkYalsızuçanlar

Sel Yayıncılık, Çeviri: İsmail Yerguz, Kasım 2005, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder